“Allah’a ısmarladık” deyip vedalaşırken bile eli elimde, o güzel gözlerine mayıl mayıl bakarken bir saat daha geçmişti. Yavaşça elini elimden çekerken boynunu yana eğip “Biliyorsun akşam babam ile annen konuştu. Bu son senem, okulu bitiriyorum. Babam gelecek yıl gelip bir takıntı takın, belli olsun.” dedi. Bir de babam “Okul bitsin, kızımı iki-üç yıl Hollanda’ya götüreyim çeyizini düzsün hem Mustafa da çalışıp usta olsun, parasını biriktirsin, gerisi kolay.” demedi mi? “Sen rahat ol önümüzde hiçbir engel yok inşallah.” deyip akşam hazırladığı fincan takımını getirip “Hediyeni de burada unutma.” dedi. Hediyeyi elinden alırken son kez gözlerine bakıp hoşça kal dedim. Darende’nin çarşısına doğru yürüdüm, anamı bıraktığım yere vardığımda anamı yerinde bulamadım. Orada ayakkabı boyayan bir amca vardı; ona burada bir kadın oturuyordu, onu görüp-görmediğini sordum. Boyacı bana dik dik bakıp “Sen onun oğlu musun?” dedi, usulca “Evet” dedim. “Yazıklar olsun senin gibi evlada, sen buradan gittikten bir saat kadar sonra sağ sola bakındı durdu. Ağlamaya başladı. Niye ağlıyorsun bibi.” dedim, “Oğlum gitti gelmedi.” dedi “Nereye gitti.” dedim “Acıktım şurada bir lokanta var çorba içip geleyim dedi, ben de geleyim dedim. O, lokantanın kapısına bir levha asmışlar, burada kadınlar çorba içemez diye yazı yazmışlar; ben hemen gidip gelirim dedi. Gitti ama daha geri gelmedi.” Ben de “Bibi o seni kandırmış öyle şey olur mu hiç, lokantada herkes yemek yiyebilir.” Deyince de hıçkırıklara boğuldu “Ben onu yetim büyüttüm, babası öldüğünde daha altı aylıktı. Yoklukla, onun bunun işinde çalışarak büyüttüm. Şimdi de beni burada bırakıp gitti.” Ben de “Bibi nerelisin” dedim “Kuluncaklıyım” dedi, ben “Merak etme seni Kuluncak arabasına bindirip gönderirim.” dedim. Tam o sırada üstü gübre yüklü bir Ford kamyon geldi, bibiyi görüp, durdular. Şoför kamyondan inip yanımıza geldi “Ne ağlıyorsun hatun bacı” diye sordu, bibi de bir bir anlattı hem de ağlayarak şoför “Boş ver gel sen, biz birlikte gidek.” deyip kamyona bindirip, götürdüler. Boyacı kaşlarını çatıp bana dönüp; insan anasına bunu yapar mı? Siz nasıl evlatsınız diye söylenirken, hızla yanından uzaklaşıp durağa geldiğimde Kuluncak arabası hareket etmek üzereydi . Hemen binip yerime oturdum, kafam karma karışıktı. Bir yanda Selvi bir yanda anama yaptığım yanlış hareket. Akşam üzeri Kuluncak’a indiğimde hemen hızlı adımlarla yürüdüm ,Sabiliye bacının evini geçip Lollaş Haçça bacının evinin arkasında anama yetiştim. Hemen koluna girdim, hala ağlıyordu, öyle bir bakış attı ki, o bakışı ölene kadar unutamam. Sanki yüreğimi yerinden söküp aldı, o vicdan azabı hiç bir zaman içimden çıkmadı. Hızla elini çekip “Beni Darende de bırakıp gittin. Tatarın Musa denk geldi de beni alıp getirdi, bir de yalan söyledin bana; kadınlar lokantada yemek yiyemez diye. Ben köylüyüm ya! Benim tek gözüm kör ya! Benden utandın her hal, yazık emeklerime ben seni ne çilelerle büyüttüm, sen bana kalleşlik ettin.” dedi. Sustum… Eve vardığımızda hala ağlıyordu, boynuna sarıldım ne desen haklısın anam yalnız beni bir dinle deyip, anama şu türküyü söyledim:
Yeter ağladığın sil gözyaşını
Kurbanın olayım ağlama anam.
Hangi taşa çalam ben bu başımı
Kurbanın olayım ağlama anam.
Gitmiş idim Selvi kızı görmeye
Küsmüştü ya onun gönlün almaya
Zamanım olmadı erken gelmeye
Kurbanın olayım, ağlama anam.
Düştüm bir sevdaya battıkça battım
Yanından ayrılıp oraya gittim
Üç saatte gönlün zorunan ettim
Kurbanın olayım, ağlama anam.
Sedirde oturmuş ağlarken buldum
Ağlayıp, sızlayıp gönlünü aldım
O yüzden fazlaca yanında kaldım
Kurbanın olayım, ağlama anam.
Geri döndüğümde yerinde yoktun
Boyacıya sordum, etrafa baktım
Kendimi bu aşkın nârıyla yaktım
Kurbanın olayım ,ağlama anam.
Aşık Yeydani’yim bu nasıl derttir
Düşmüş bir ateşe bu oğlun saftır
Küçükten kusur, büyükten aftır
Kurbanın olayım, ağlama anam.
Ana yüreği dayanır mı hiç? Gözyaşlarımı da görünce kendi ağıtını unutmuş benim gözyaşlarımı siliyordu. Ama bir gerçek var ki ömrü boyunca ne zaman bu konu açılsa “Bu kalleş beni Darende de bırakıp kızın yanına gitti.” derdi. ALLAH’ım gani gani rahmet eylesin.
Evde yatarken bir gece rüyamda Ortapınar yaylasına doğru gidiyorum. Orada Çaputlu Çalı denen bir yer var, yolun kenarında bir alıç ağacı ,ondan başka da ağaç yok. Kırkların konup sohbet ettiği yer diye bir efsanesi de var. Oradan geçenler dilek tutup çaput bağlarlar, hatta üzerinden bir parça yırtıp, bağlarlar. İşte o ağacın yanına geldim; ağacın altında bir piri fani, ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar önüne mendil sermiş dileniyor. Allah Allah! Dedim, bu ıssız yerde bunun ne işi var diye düşündüm, gerçekten de akşamdan bir cebimde yirmi beş kuruş ,bir cebimde elli kuruş vardı. İkisini de eğilip mendile attım, bana bakıp bir şeyler mırıldandı; o an ona sarılıp sen Hızır Aleyhisselam’sın dedim ve hemen sordum; “Ey Hızır dedem ben Selvi’yi alabilecek miyim? Benim halim nice” dedi.İki elini açtı dua etti; sadece şeytanın şerrinden koru dediğini duydum ve uçtu, ben de kendimi arkasından attım. Havada beni yakalayıp geri attı, bir sarp kayalık yerde kaldım. Ne yukarı çıkabildim ne de aşağı inebildim. O korkuyla uyandım, kan ter içinde kaldım, kalbim öylesine çarpıyordu ki göğsümü yırtarcasına… Sabah erken kalkıp rüyamı anama anlattım, anam “Pek hayra alamet değil hayrolur inşallah” dedi. Ben o anki aklımla komşudan bir horoz alıp Çaputlu Çalı’nın yolunu tuttum. Horozu orada Allah rızası için kestim ve dua ettim. Ağaca da çaput bağlayıp dilek tuttum. Dönerken Keşen koyağından gelen Keççinin Ali dayıya rastlayıp horozu ona verdim, götür afiyetle ye dedim. Camide müezzinlik yapan, ramazan topunu atan, sevilen bir adamdı. İsabet olmuştu.
İzin bitmişti, işimin başına dönmem lazımdı. Hazırlanıp sabah erkenden arabaya bindim, doğrudan Darende’ye, Selvi’ye… Evine yaklaşmıştım ki Selvi ve küçük kardeşi ile karşılaştım. Hoş beşten sonra nereye gittiklerini sordum; okula bir piyes gelmiş, hocaları çağırmış oraya gidip geleceklermiş. “Geç gelir misin?” dedim “İki saat sürer” dedi. “Olsun beklerim” dedim, “Tamam” dedi. İki üç adım atıp geri döndü, bana sevgiyle bakıp, gülümseyerek “Hoşça kal” dedi ve el sallayıp gitti. Bilemezdim ki, belki de son görüşüm olacaktı… Evlerine vardığımda Burhan emmi de hazırlanmış gidiyordu. Hoş beşten sonra “Dönüyor musun?” dedi, evet der gibi başımı salladım. Sonra hanımı ve küçük oğlu ile vedalaştıktan sonra bana doğru döndü. “Bende dönüyorum, Malatya ya kadar beraber gidelim” dedi. Bende yok diyemedim, istemeye istemeye valizinin birini de alıp önce çarşıya geldik, sonra Malatya arabasına binip yan yana yola devam ederken, bir ara bana dönüp kaç doğumlu olduğumu sordu. Ben de 1961 yılında doğduğumu ona söyledim. O da Selvi’nin 1962 yılında doğduğunu söyledi. Epey bir nasihat ta bulundu, çalışmamı ve paramı biriktirmemi tembih etti. Malatya’ ya vardığımızda, o İstanbul arabasına binip giderken ben de Osmaniye arabasına bindim. Beydağı otobüsü Beyler deresine doğru yol alırken içimde Selvi’yle oturup konuşmamın derin acısı vardı. Belki de onu bir daha göremeyecektim…