Artık nişanlıydım, mutluluk bana da göz kırpmış, şansım kapımı çalmıştı. Daha çok çalışmam lazımdı. Bir an evvel düğünü kurmam lazım ama nasıl olacaktı? Henüz evi bitirememiştim. Her şeyi borca yaptırıyor, taksit taksit ödüyordum. Birkaç gün sonra abim memleketten gelmişti. Özünde iyi bir insan olmasına rağmen gaza fazla gelirdi. Eh! Bizim köylüler de sağ olsunlar fırsatı kaçırmazlardı. Gelir gelmez: ”Bak senin köye gitmeni fırsat bildi, kendi başına kız isteyip nişanlandı, öyle gizli yaptı ki evdeki ananın bile haberi olmadı. Hiç yorgan kalkmadan döşek kalkar mı? Bundan sonra tövbe evlenemem!” deyip iyice şişirmişler. Akşam işten dönüşte, anam sofrayı sererken ben de yardım ediyordum. Abim bir kenarda oturmuş, öylesine sinirlenmiş ki burnundan soluyordu: “Abi gel yemek hazır.” dememle beraber pimi çekilmiş bir bomba gibi patladı: “Ben kimim ki, beni bir şeye mi tutuyorsun, kendi başına iş yapıyorsun! Eğer beni abi bilsen bunu yapmazdın, yemiyorum yemeğinizi!” deyip kalkıp gidiyordu ki önüne durup: “Dün geldiğinde abi nişanlandım deyip durumu anlattığımda; boynuma sarılıp hayırlı olsun, bir an önce gelinliğimizi tanımak istiyorum diyen sendin! Bugün ne oldu da birden değiştin!” deyip parmağımdaki nişan yüzüğünü çıkarıp attım. “Aha evlenmiyorum şimdi gidip nişanı bozacağım, bak abi Kuluncak’tan üç kız istedin olmadı, Ilısuluk köyünden bir kadın istedin olmadı, Osmaniye’de iki kız istedin olmadı, ben ise birini sevdim sende biliyorsun ki akrabamız olduğu halde, söz vermesine rağmen bizden habersiz gelin edip yolladılar ve sen ondan sonraki halimi biliyorsun. Yapılmaması gereken bizlere yakışmayan ne varsa yaptım bir ayyaş serseri gibi dolaşıp duruyordum ki ALLAH bu kızı karşıma çıkardı. Hoşlandım da, istedim ki tüm kötülüklerden kurtulup şu gurbet elde bir yuvam olsun ama mademki istemiyorsun bırak eski serseri hayatıma devam edeyim.” Öylesine ağlayarak anlatmışım ki anam bir köşede, abim bir köşede hıçkırıklara boğulmuş ağlıyorlar. Tam gidecektim ki abim yere attığım yüzüğü parmağıma takıp; “bir yere gitmiyorsun, hem biliyor musun büyük ağabey baba yerindedir. Hele bir seni evereyim, ben sonra evlenirim. Beni biliyorsun biraz gaza geldim, hele oturun soğuyan şu yemeği yiyelim de anam daha fazla üzülmesin” dedi. Neyse ki bunu da atlatmıştım. Bir kaç gün sonra nişanlımı eve davet ettim, tabi Rahma anamı da, ailecek gelmişlerdi. Henüz kendi evimize göçmemiştik ama az kalmıştı. Oturduğumuz yer bir oda olsad a gönlümüz genişti. Anam Malatya’ya özgü yemekler yapmıştı. Gerçekten çok beğenmişlerdi. Bir kaç gün sonrada onlar bizi davet etti, bir taksi tutup gittik. Yemek, çay derken saat on gibi olmuştu. Kayın babam akşam işe çıkıyordu, kestane pişirip satıyordu çarşıda. Bir ara kaynanam “arkadaşınla konuşmak ister misin” dedi. Eh bizde biraz safız ya, “olur” dedim. Dedim de herhalde Halil abisi geldi, sıkılmasın diye onunla konuşsun anladım. Sonra karşı komşularının kızıymış, ismi Kadriye. O boş olan odaya girdi, sonra nişanlım Hacer girdi, daha sonra baldızım Zeliha yanıma gelip “ablam odada seni bekliyor” dedi. Şöyle bizimkilere baktım hepsi lafa tutuşmuş. Usulca kalkıp odaya girdim. İki somya vardı, birinde onlar, birinde ben oturdum. Hoş beşten sonra ikimizde susmuştuk. Komşu kızı “haydi konuşun” diyordu. Biz öylesine heyecanlanmıştık ki oturduğumuz demir somya zangır zangır titriyordu. Ancak soru cevap şeklinde konuşuyorduk; işte hangi partiyi tutuyorsun, hangi takımı tutuyorsun gibi…
Eve geldiğimizde artık daha da mutluydum. Bu kez de mutluluktan gelecek hayallerimden uykum kaçıyordu. Uykum kaçınca da kalkıp şiir yazıyordum işte o günde bu şiiri yazdım
SEN OLACAKSIN
Düştüm bir sevdaya ağlayıp durdum
Akan göz yaşımı sen sileceksin
Çıkamam içinden çaresiz derdin
Derdimin dermanı sen olacaksın
Boşuna sinemi ateşe yaktım
Bir zalim uğruna acılar çektim
Gün oldu tatlı canımdan bıktım
Garibin halinden sen bileceksin
Seni gördüm dünyam tersine döndü
Göz yaşım kurudu ateşim söndü
Görmek istediğim işte bu gündü
Gözlerime bakıp sen güleceksin
Boş bir hayal imiş gelip geçti
Kader böyle imiş yanlışın seçti
Tabi ki maymunda gözünü açtı
Diktiğim gülleri sen yolacaksın
Gördüm suna boyun bir nazar ettim
Rüyamda ki pirin sözünü tuttum
Anmam adın daha kalbimden attım
Boşalan o yere sen dolacaksın
Aşık Yeydani’yim cana tak ettim
Sildim eskileri hepsin yok ettim
Mutluluğu elbet bende ‘HAK’ ettim
Ömrümce yanımda sen olacaksın.
Nişanlılık bambaşka bir duyguydu. Bazen pazar günleri kimseye görünmeden, bazen de akşamları iş çıkışında onu görmeye gidiyordum. Öyle ki konuşamasam da ona bakmak, gülümsemesini görmek yetiyordu. Bazen de kimsenin olmadığı zaman kayın anamdan izin alıp bir saat kadar görüşüyorduk, artık bir birimizi tanımaya çalışıyorduk. Bir pazar, baş başa konuşurken ortanca baldızım kapıda bekler, birisi gelecek olsa haber verirdi yine bekliyordu ki, kapıya vurup “Halil abim geldi” dedi, “eyvah yandık” dedi Hacer, ne yapalım dedi, sen önden çık ben sonra çıkarım dedim, maksadım ortamın nabzını ölçmekti. Bazen Kürt arkadaşlarım şaka yolluda olsa, “bizde nişanlıya gitmek olmaz! Ola ki gittin “leha leha” derlerse oradan kaç kurtul, yoksa dayağı yersin” derlerdi. Kapıyı dinledim ses seda yok bismillah deyip çıktım. Hacer mutfakta tabi, biraz endişeli, Halil kaynım salonda oturmuş annesiyle konuşuyor. Beni görünce gülümsedi “sende mi buradaydın dedi'” bende “evet yeni geldim” dedim. Eliyle işaret edip yanına oturdum. İlk defa baş başa oturuyorduk, uzun uzun sohbet ettik. Hiç de anlatıldığı gibi değilmiş, ciddi, samimi, hoş görülü güzel bir insan, artık daha da rahattım. Kışın sonlarıydı, bir amcaları Urfa’dan Osmaniye’ye gelmişti. Daha önce epey bir zaman Almanya’da işçi olarak kalmış, şimdi de kesin dönüş yapmış, onlara hoşgeldine gittiklerinde büyük kızlarını görüp istemeye karar verir. Durumu Halil’e açar ve gidip kızı birde Halil görür. Neticede isterler ve 25 bin lirada başlık keserler. Her ne kadar bizimki uzasa da Urfalı aileler hayır işini fazla uzatmazlar. 8 bin lira da ben verdim tabi, benimkide başlık parası olarak kaldı.12 bin üzerini de borçlanıp, başlık parasını verip, kızı alıp getirdiler. Sadece evlerinde en yakınlarıyla kına yakıp bir yemek verip düğünü bitirdiler.
İlkbahar gelmişti artık, Çukurova da pamuk çapalama zamanı gelmişti. Bunlarda borçlu olunca Kadirli’nin köylerine pamuk kazmasına gittiler. Yine yalnızdım. Son baharı iple çekiyordum o yıl havalar çok sıcaktı, bazen de şiddetli yağmurlar yağıyordu. Bir gün onlarla çalışan birisi geldi durumlarını sordum “iyiler çalışıyorlar” dedi, “ne zaman gideceksin” dedim, “yarın” dedi, “beni görmeden gitme” dedim. Çalıştığım yeri biliyorlardı, çalıştığım yerden biraz lokum, sucuk birazda çiklet sakız alıp paket yaptım, içine de bir mektup yazıp arka sayfasına da şu şiiri yazıp gönderdim.
Çadırına yağmur yağıp akıyor
Al yanağı kızgın güneş yakıyor
Ben seni andıkça canım çıkıyor
Bekle gülüm bekle kavuşmak yakın
Çok zor olur elbet pamuk tarlası
Kısadır boyları olmaz gölgesi
Aklımdan çıkmıyor yarin gülmesi
Bekle gülüm bekle kavuşmak yakın
Kazman keskin olsun otu bol olur
Üstü koza altı yaprak dal olur
Bu günlerde geçer her şey hal olur
Bekle gülüm bekle kavuşmak yakın
Fazlada eğilme incinir belin
Sağlam tut çapayı ağrımaz elin
Seni çok özledim ey nazlı gelin
Bekle gülüm bekle kavuşmak yakın
Kapat yüzlerini güneş yakmasın
O güzel gözüne kimse bakmasın
Sen iyi ol gözüm yaşı akmasın
Bekle gülüm bekle kavuşmak yakın
Yeydani’yim sensiz olmam bilesin
Bitirip pamuğu erken gelesin
Al duvaklı bize gelin olasın
Bekle gülüm bekle kavuşmak yakın.