Kara tren Hekimhan’dan yavaş yavaş hareket ederken bense belki de bir daha gelemeyeceğim bu yerlere el sallayarak, içimde hüzün, gönlümde hasret, gözlerimde yaşlar ile sanki zorla bedeninden ayrılan bir dal gibi ayrılıp gidiyordum. Önce Malatya, Doğanşehir, Narlı, Fevzipaşa derken iki günde Osmaniye’ye ulaştım. Herkes Osmaniye garında inerken ellerinde valizler, torbalar, bense elimi kolumu sallayarak indim. Önce aylak aylak sağa sola baktıktan sonra çarşı yönüne doğru hareket ettim, vakit akşamdı bu saatte kimseyi rahatsız edemezdim. Doğru Kervansaray oteline vardım bir gece yatacağımı söyleyince, görevli kimlik istedi “ Vallahi abi kimliğim yok, köyden geliyorum iş bulup çalışacağım“ deyince, görevli “yasak ama on lira ver, çık yukarı” dedi. Verdiği numaraya vardığımda üç kişi daha vardı. Boş olan yatağa oturdum. İlk defa bir karyolada yatacaktım. Biraz muhabbetten sonra, içlerinden eli çolak olan kırk yaşlarında birisi bana dik dik bakıp ”sen kaçtın mı lan” dedi. “Yok abi” dedim. “Sen kaçmışsın” deyip, yakamdan tutup silkeleyerek, “ben sizin gibileri bilirim, biraz eli iş tutunca ana babayı bırakıp kaçarlar. Sonrada şehirlerde harcanıp giderler. Oğlum ana babanızın yanında kalın, koyun kuzunuzu yayın” deyip iyice beni hırpalamaya başlayınca diğer iki kişi hayretle bana bakıyorlardı. Çünkü çolak adamın eli hiç de çolak gibi değildi. Neyse ki ağlayınca bıraktı, sonra onlara dönüp, “şaşırmayın ben polisim, yarin çıkıp Osmaniye sokaklarında dileneceğim” neyse ki biraz nasihat edip bıraktı. Sabah erkenden kalkıp aşağı indim. Önce çarşıda biraz gezip, Rızaiye mahallesine ablam gile geldim. Ablam görünce önce şaşırdı, hoş beşten sonra niye geldiğimi sordu. Ben hemen planlarımı bir bir ortaya koyarak ” biliyorsun köyde Hacı Halife’nin çobanıydım, onlar da koyunları sattı, anamda beni buraya gönderdi.” O da “enişten sana bir iş bulsun çalış” dedi. Şimdilik durumu kurtarmıştım. O sabah erkenden kalkıp iş aramaya koyuldum. Tam Akbank’a yaklaşmıştım ki bir kebapçı , “ne geziyorsun delikanlı” dedi. Bende “iş arıyorum abi” deyince, “gel burada çalış” dedi. Önce bir çorba verdiler sonra mutfağı gösterip gelen bulaşıkları yıka dediler. O gün akşama kadar çalıştım. İlk defa kebap yedim. Tam eve giderken garsona sordum, “ Abi bana kaç lira verir usta diye, “garson on beş lira haftalık verir” deyince bir daha gitmedim. İkinci gün yine erkenden çarşıya geldim. Otuz kırk kişi bir demir kapının önünde bekliyordu, bende bekledim az sonra kapı açıldı içeriye girdim her taraf sebze meyve doluydu. Sonuna kadar gittim çıkışta bir çeşme vardı bir kişi su içiyordu, kafasını kaldırınca beni görüp tanıdı. Evet bende onu tanımıştım. Bizim Kuluncak’tan Leyli’nin ve Mahmut’un oğlu Niyazi Nacar abiydi. Hal hatır ettikten sonra ne gezdiğimi sordu. Bende iş arıyorum deyince kolumdan tutup karşı dükkana götürdü. Orada da kardeşi Hasan Hüseyin vardı. Ona seslenerek “aha sana bir işçi daha” deyip bir kapı açıp beni itercesine içeriye yolladı. Aman ALLAH’ım bu nasıl bir yerdi koca koca kazanlar içinde bir şeyler pişiyor, alevler ocaklardan dışarı fışkırıyor; ilk evvela cehennem aklıma geldi, hayal mi görüyordum. Sonra çalışanlara bakıp daha da şaşırdım sonra sevindim çünkü; bizim köylü Ali Osman Cengiz, Veli Gürbüz, Nuri Kurnaz, Celal Yeksek buradalardı. Onlarda beni görünce sevinmişlerdi. Kimisi sucuk yuvarlıyor, kimisi lokum kesiyor, kimisi helva yapıyor, kimisi sade bayramlarda gördüğümüz akideli, boyalı şekeri yapıyor, kimi de leblebi şekeri yapıyordu. Bir anda tüm üzüntülerimi atmış mutlu olmuştum. Bir zamanlar köyde arkadaşlarım babalarından para alır, çarşıya gider sucuk alırdık, bende isterdim bir parça, verirlerdi. Nasılda tatlı bir şeydi. Oysa şimdi tonlarca ve tap taze hem de bedava, yiyebildiğin kadar ye. Artık işimi bulmuştum. Ablamlarda yatıp kalkıyordum. Haftalık 60 liraydı. İlk etapta akideli, boyalı şekerin önünü karıştırıp, soğutup tezgaha döküyordum. Zamanla işe alışıyor ve kendimi geliştiriyordum. Sucuk yuvarlamayı, lokum kesmeyi hatta şeker fitili yani makineye vermeyi bile öğrenmiştim. Nisan ayı gelmiş ablamlar memlekete gideceklerdi. Kuluncak Bıyıkboğazı’nda tarlaları vardı. Yazın oraya gidip son baharda dönerlerdi. Her ne kadar evde kalayım dedimse de eniştem razı olmadı. Durumu patronuma bildirdim, oda evlerinin yanında bir göz oda bulup, bir katta yatak verip oraya yerleştirdi. Artık tek başıma kalmıştım. Kendimi daha güçlü hissediyordum, öz güvenim artmış, gurbet hayatına alışmıştım. Bir gün şüphelendim, patronun olmadığı bir zamanda yazıhaneye girip deftere baktım. Şüphelerimde haklıymışım. Tüm çırak ve kalfaların haftalığı artmış, benimki hariç. Akşam eve giderken bir kalem, bir defter alıp patrona bir şiir yazdım.
Yüz elli bini sarı entare yatırdın
Bütün çırakların haftalığını artırdın Beni de böyle kara yasa batırdın, Ne idi nedeni bilemedim ki
“Bu garip yetimin her işi görür, kim ne der ise o sözde durur. Kaderin vurduğuna herkes mi vurur, bir tekmede sen vurdun abim” deyip yazdığım şiiri sabah getirip masasına koydum, öğlen vakti beni çağırttı. “Bunu sen mi yazdın” dedi. Ben de “evet” dedim ve gülerek “haydi senin haftalığında arttı” deyip mutlu bir şekilde işimin başına döndüm…
DEVAM EDECEK…
GURBET BENİM MESKENİM
Yüreğime gömüp bütün acımı
Gidiyorum gurbet gayrı meskenim
Sılada bırakıp ana bacımı
Gidiyorum gurbet benim meskenim
Deryadayım yelken açtım meçhule
Bilmiyorum nerde biter bu çile
Anlıma yazılan yazı ve çile
Gidiyorum gurbet benim meskenim
İyimi kötümü olur bilemem
Razıyım kadere karşı gelemem
Belki mutlu olur belki gülemem
Gidiyorum gurbet benim meskenim
Neresi olur ki bilinmez durak
Ana bacı kardeş kaldılar ırak
ALLAHIM kerimdir eylemem merak
Gidiyorum gurbet benim meskenim
Düşmüşüm yollara alıp da başım
Kesilmiş evimden ekmeğim aşım
Hüznüm zirve yapıp aksa da yaşım
Gidiyorum gurbet benim meskenim
YEYDANݔM yoluna git revan olup
Rızkın yaradandan olduğun bilip
Tevekkül âla ALLAH’tır deyip
Gidiyorum gurbet benim meskenim