Ümitle çıktığım ve hüsranla biten Osmaniye kur an kursu maceramdan sonra o yazı evin işleriyle geçirdim. Artık kara kış gelmiş, koç karı yağmış, sobalar çoktan kurulmuştu.Bir akşam keçi ve koyun sürüsü olan bir komşumuz geldi ve Gece Elbiseleri anama, ”Mustafa boştaymış bir kaç gün bizim keçileri gütsün.” dedi, anamda,
“Olur sababahleyin gitsin. “dedi o sabah erkenden kalkıp gittim, komşumuzun oğlu İstanbul’a kaçıp gitmiş, davarı yayacak kimse kalmamıştı. Koyunlar ahırda yemleniyor, keçiler ise bahçelerde yayılıyordu.Oraya vardığımda keçileri önüme katıp Tohma Çayı’nın kıyısında sulah denen mevkide yaymamı istediler. İlk günümdü ve heyecanlıydım. Oraya vardığımda bir iki arkadaş daha vardı, biraz rahatlamıştım. Bir sabah yine lapa lapa kar yağarken yine keçileri alıp götürmüştüm. Vakit ikindi olmuş hava iyice soğumuştu;bir baktım iki jandarma bir zabıta, muhtar, o mevkinin sahibi ve davarını yaydığım ağam çıkıp geldiler. Orası Tohma kenarı çay söğüdü dediğimiz ağaçla kaplıydı, keçiler de onların dallarını yiyordu muhtar bana ”haydi sen eve götür keçileri. “deyip beni eve yolladılar.Meğerse keçiler ağaçları kemirirmiş hiç keçimiz olmadığı için bilmiyordum.Epey bir ziyanlık kesmişler.
Ertesi sabah geldiğimde ağam bana, “keçileri götürüp meşede yayacaksın ,orda sana kimse birşey demez “deyip keçileri önüme kattı bir anda içimi bir korku kapladı çünkü meşe denen mevki bize sekiz on kilometre uzakta dağlık ve meşe ağaçlarıyla kaplı çok büyük bir alandı.
Sabahın ayazında kar donmuştu. Tohmanın ağaç köprüsünden geçip kaymazdan Tarhana sokağına doğru ilerlerken keçiler meşe ağaçlarının yapraklarını yiyerek gidiyordu, keçilerden korkup kaçan bir tavşanin karda ayak sesiyle tüylerim diken diken oldu, öylesine korkmuştum ki anlatılmaz. Epeyce ilerleyip Aykaçan Taş mevkine vardığımda orada başka keçi yayanları gördüğümde içimi bir sevinç kapladı çünkü iki kişilerdi, ikisi de benim sınıf arkadaşım Mehmet Gürbüz ve Hasan Kavak’tı. Artık rahattım. Üçümüz oyunlar oynuyor, keçiler yayıyor akşam eve gidiyorduk. Yine bir akşamdı, keçiler eve doğru yol almış ama bir gariplik vardı, onların Plaj giyimleri keçileri gelmiş amma benim keçiler yoktu, hızla aramaya koyuldum. Yatsı yaklaşmış hala bulamamıştım, korku bir yandan, hava buz kesmiş donuyordum. Son ümit yüksek kayaların dibine varmıştım ki bir keçi pıskırmasıyla irkildim, iyice yaklaştığımda keçileri bir mağaraya doluşmuş gördüm, bir anda korkumu yenmiştim. Hava zifiri karanlık yer bembeyaz kardı. On üç yaşında bir çocuk çobandım ve dağlar ıp ıssız… Hemen çantamdan tuz gösterip sürüyü mağaradan çıkarıp yola düştüm. Dedenin çaya indiğimde ağam el feneriyle beni karşıladı. Bizim Kuluncak deresinde davarını yaydığım kişiye ağam,karısına da hatunum denirdi. Ağam, “nerde kaldın bizi merakta koydun. “deyince ben de, “keçiler güzel yayılıyordu kıyamadım getirmeye ama geç kalmışım. “dedim ağam “bir daha geç kalma bu işin kurdu var çakalı var. “dedi.
Artık ilkbahar gelmiş koyunlar kuzlamaya başlamıştı. bizde de hazırlıklar bitmiş, artık Orta Punar yaylasına göç başlamıştı. Ağamın Orta Punar’ın altında derenin içinde büyükçe bir ağılı vardı. Oraya yerleştik, kimisi ağılda kimisi dağda koyunlar keçiler doğuruyordu. Henüz kendileri yoktu. Koyunları olan başka bir çobanla beraber kalıyorduk. Bir sabah kalktığımızda kar yağmıştı, yanımdaki çoban beni köye yollayıp davarlara yem getirmemi istedi. Yola çıktığımda öyle bir duman vardı ki görüş mesafem sıfır. Nereye gittiğimi bilmiyordum, neyseki bir yerden düşmeden Tohma’ya inmiştim. Oranın Hamamın Gediği olduğunu anladım. Alvar yolunu bulup eve yetiş diğimde akşam ezanı okunuyordu. Ağama durumu anlatıp katırlara yemi yükleyip yola koyulduk. Yanimdaki çoban davarı satıp ayrılmıştı, artık yalnızdım. Haziran ayı gelmiş, buğdaylar başak vermiş Hatun’um ve çocukları Orta Punar’da bir eve yerleşti. Artık katık yani peynir, çökelek, tereyağ yapılmaya başlamıştı. Her zaman olduğu gibi şafak atmadan sürüyü yaylıma bıraktım. Erzincan’ın dereye aşağı sardırıp yönünü Arpa koyağına doğru çevirdim. Hava soğuk, ceketimi kafama geçirip kayanın duldasına kıvrıldım. Uyumuşum. Uyandığımda saat on bir olmuştu. İlk önce sürüler sağılır sonra da kuzular emiştirilirdi. Yukarı çıktığımda sürü Mehmet Turan’ın tarlasında ekinin içinde yayılıyordu. Karşıdan Orta Punar’dan bağırtılar yükseliyordu. Hemen koşup sürüyü ekinden çıkardım ama herkes görmüştü.Korkudan olacak ki aklıma delice bir fikir geldi; yerden sivri bir taş alıp hızlıca sağ tarafımdan kafama vurdum… Bir anda yanağımdan aşağı kan akmaya başladı. Sürüyü önüme katıp dereye aşağı inerken İbrahim Dayı’yla (ibik) karşılaştım. Benım her tarafımı kan içinde görünce Tayt modelleri koşup yanıma geldi, ” ne oldu yiğidim. ” dedi bense ağlayarak, “sabahleyin kayadan düştüm, bayılmışım, ayıldığımda koyunlar ekin yayılmış,” dedim. “Haydi davarını ben getiririm sen git. ”
Orta Punar’a doğru ağlayarak giderken Hatun’umla karşılaştım, oda bana karşı geliyormuş. Beni kan revan içinde görünce, ” ne oldu Mustafa korucular mı dövdü. “dedi. Başımı öne eğip” hayır” dedim. Kayadan düştüm, bayılmışım, sürüde ekin yayılmış,”dedim. Mutlaka ziyanlık kesilecekti. Ağamın üzerime yıkmasından korkmuş böyle bir plan yapmıştım.
Eve varıp kafamı pınarda yıkayıp yatırdılar.
ğle sonu muhtar, azalar, korucular, tarla sahibi, ağam gelip 14 ölçek ziyanlık kestiler ama bu kezde ağam, “ben vermem bunun büyükleriyle zamanında kestim ziyanlık yaparsa kendine dedim. “Halbuki hiç öyle bir şey yoktu. onlar itiraz edip, ”yahu bu yetim çocuk kayadan düşmüş, kafası yarılmış, bayılmış ne yapsın deyip gittiler… “
Artık buğdaylar yetmiş yavaş yavaş biçilmeye başlamıştı. O zamanlar ekseriyet kalıçla elikler, ırgat biçerdi. Bir gün ağam gelmişti, yanına çağırıp, ”kimse görmeden bugün git kırmızı çalının dibindeki filan adamın tarlasını yay, onlar iki ortaklar birbirine düştü ekini biçmeyecekler,”dedi. İkindiden sonra ikinci koyun ve keçiler sağıldıktan sonra sürüyü alıp doğru o tarlaya gidip buğdayı yaydım.Sabahleyin tarladan çıkarken bir çoban gördü:”buğdayı mı yaydın,dedi ben de,” uyumuşum deyince sakın davarı sulama hepsi ölür. “dedi. Sulamadan eve gelince sürü su oluklarına kaçıştı birbirlerini ezercesine. Elimde iki helke pınardan su çekiyorum, yetiştiremiyorum, işte o an Hatun’um bu durumu görünce bana hiç duymadığım küfürleri savurmaya başladı,”sen nasıl olur da ekin yayarsın da davarı sulamadan getirirsin. ”hem ağlıyor hem pınardan su çekiyordum, yayladakiler bizi seyrediyordu. Bana da acıyarak bakıyorlardı. Bu nasıl bir küfür edişti bilmiyordum,
neyse ki dayak yememiştim. Sonra her gün olduğu gibi koyun ve keçilerin kafalarını tutuyordum, Hatun sağıyordu. bir parça ekmek bir tabak yoğurt yiyip Ellioğlu denen yerde alıcın gölgesinde yatıyordum, tabi karıncalar yatırırsa… Vakit ikindi bir yavan ekmek azı ğıma alıp aynı yere sürü götürdüm, saat on olmuştu davarı Yelebükene suya indirdim. Sonra getirip tekrar bıraktım. Saat bir gibi sürüyü çıkarıp ağıla götürdüm, sabah erkenden kalktığımda üç koyun ölmüştü ve biri de dağda öldü. Eve geldiğimde artık davar suya akışmıyordu amma dört koyun ölmüş beşinci havşe dediğimiz üstü açık yanları çevrili yerde bıçak zor yetişmişti. Bu durumu gören Hatun yine çılgına dönmüş küfürler savurup avaz avaz bağırıyordu,”sen niye buğday yayıyorsun da davarı suluyorsun. “etmedik küfürü bırakmıyordu, başımı yere eğmiş göz yaşlarım sel olmuştu. Vah benim dertli başım ne olacaktı bu benim halım…
DEVAM EDECEK….
YALAN DÜNYA
On üç yaşındayken eyledin çoban
Azdı yaralarım oldu bir çıban
Dikenli bayıra dayanmaz taban
Elimi ayağımı çizdirmedi mi
Aldım abayı da çıktım dağlara
Bin liraya köle ettin ağalara
Koyunla kuzuyla indim bağlara
Koyunu kuzuya dizdirmedin mi
O küçük yaşımda sürüyü güttüm
Geceleri gidip koyakta yattım
Davar sağılırken başını tuttum
Dertler deryasında yüzdürmedin mi
AŞIK YEYDANİ