ACI HATIRALAR
ÜMİTLE BAŞLAYIP HÜSRANLA BİTEN YOLCULUK
İlkokul bitmiş, çok istememe rağmen ortaokula gidememiştim. Boşta gezmek de olmazdı tam
o sırada yakın akrabam Mehmet Mustafa Nacar abim askerden gelmiş, nişanlanmıştı. O
zaman yeni belde olmuştu. Kuluncak Beldesine soba imalatı yapmak için tenekeci dükkanı
açmıştı beni de çırak olarak yanına aldı, artık bir işim vardı ve her gün çarşıdaydım.o
şartlarda bir çocuk için büyük lüks sayılabilecek somun ekmek, helva, zeytin yiyordum;
sadece bunun için bile işe gitmeye razıydım… İşe çok meraklıydım ustam bir yere gidince
ufak ateş küreği, ateş maşası yapıyordum hatta bir köpeğim vardı ona tok bile yapmıştım da
ustama yakalanmıştım. O da bana: Bunları gizliden yapma boş olduğun zaman parça
saçlardan yaparsın, dedi. Günden güne işi kavrıyordum. Sacdan fırınlı soba, yuvarlak soba
mangal yapıyorduk, iyi de satılıyordu çünkü buralarda herkes onu kullanıyordu.
Mart ayı gelmişti, kar alaca olmuş, öksüz oğlan çiçekleri çıkmış, zıpkınını küs gücünü
alan çoçuklar kırlara gidip söküp getiriyorlardı. İlkbahar yavaş yavaş ılıman yüzünü
gösterirken Osmaniye’den bir mektup geldi, açıp okuduğumda seviňçten havalara uçtum
adeta… Osmaniye’de bir üvey abim bir de üvey ablam vardı. Mektup abimden gelmişti bana;
durma gel seni yatılı kuran kursuna yazdıralım oku, diyordu. Okuma aşkıyla yanan bu
yüreğim için ne kadar muhteşem bir haberdi… Kalbim yeni uçmayı öğrenmiş küçük bir kuş
kanadı misali pır pır ediyor. O heyecanla anamın yanına koştum. Mektubu anama okudum o
da sevindi: git oku, dedi. Yaşadıklarım, yaşayacaklarım hayallerimden bile güzeldi. Hemen
işten çıktım, anam biraz para buldu abim Musa’yla yola koyulduk yıl 1973 o yıllarda kışın
araba olmaz yollar karla kaplıdır, kar erimişse de bu defa da her yer çamur olurdu. Çok acil
hastası olan hastayı katıra sarıp öyle götürürdü. Biz de yaya olarak yola koyulduk Hekimhan
Kuluncak’a 30 kilometre mesafedeydi. Bazen kara bata çıka, bazen çamura basıp düşe
kalka ilerliyorduk. Ama bu zorlukların benim için önemi yoktu. Küçük ayaklarım beni
hayallerime götürürken yorulmuş ıslanmış vız gelirdi bana… Ben 13 abim 15 yaşındaydı
nihayet Yastıbel’e gemiştik ki abim bana dönüp: buranın kurdu eksik olmaz inşallah bize
denk gelmez, dedi. Beni bir korku sarmıştı, sağıma soluma bakmaktan yürüyemez
olmuştum. Hekimhan’a vardığımızda saatler ikiyi gösteriyordu. Abim daha önce gittiği için
biliyordu, doğru tren istasyonuna vardık, bilet alıp Sivas tarafından gelen trene bindik. İlk
defa görüyordum, abimin elini sıkıca tutmuş bırakmıyordum, ürkek bir kuş misali sağa sola
bakıyordum ki trenin islık gibi çalan düdüğüyle irkildim. Kara tren yol almış, beni bir meçhule
doğru götürüyordu…
O zamanlar kömürlü trenler vardı. İki günde Osmaniye’ye vardık önce ablamgile daha
gittik sonra da eniştem bizi alıp abimgile götürdü. Bir gün sonra Musa abim geri dönmüş ben
ise orada kalmıştım. Süleyman abim iki katlı, kerpiç ve iki odası olan kayın babasının evinde
kalıyordu. Askerden gelmiş garibanlıktan olacak ki kocası ölmüş dört çocuğu olan bir kadınla
evlenmişti. En küçük kız çocuğu da kendileriyle kalıyordu. Abim kayınbabası beni alıp yatılı
kuran kursuna götürdülerse de zamansız diye almadılar, işte o zaman ümidimin yarısını
yitirmiş bir hüzün sarmıştı ki bu sefer büyük caminin yanında müftülükle bitişik kuran kursuna
diplomayı verip yazdırdılar.
Artık bende bir öğrenciydim kursla evin yolunu öğrettiler gidip geliyordum, bir hafta içinde elif
cüzünü ikinci haftada amme cüzünü bitirip kurana geçmiştim. Abim işsizdi ve çok fakirlerdi,
ben de içimdeki okuma aşkıyla kursta benden üç dört ay önce gelenleri geçmiştim. Sıcaklar
başlamış;benim bacağımda kara şalvar, üstümde oduncu gömleği, ayağımda kara lastik
ayakkabı… Talebeler üzerinde kk yazılı tek tip kıyafet giyiyorlardı, hocam bana da sen de
bundan diktir müfettiş gelecek böyle olmaz diyordu da nasıl alırdım ki… Günden güne
mahcubiyet içerisinde eziliyordum daha kötüsü üçerli oturduğumuz sırada benim yanımda
kimse oturmuyordu. Bu durum hocanın dikkatini çekmişti de çoçuklara sormuştu. Çocuklar
da :hocam ayağı kokuyor, dedi. Sıcaktan lastiklerim kokuyordu oysa benim de bir kunduram
olsa ayaklarım kokmazdı ki… Yuvadan atılmış kuş gibi kendimi yalnız ve üzgün
hissediyordum.
Nihayet iki cüz bitirmiştim, bir gün eve geldim abim sinirli bir haldeydi o zamanlar Cumhuriyet
camisinin önünde çocuklar gülle oynarlardı, ben de bazen gider seyir ederdim, abime dönüp
ben biraz camiye doğru gideceğim deyince :dur hele seninle birşey konuşacağım, dedi.
Kafasını öne eğip: Bak gardaş seni buraya getirdim okutayım diye ama yatılıya almadılar,
ben işsizim yengen razı olmuyor, en iyisi sen bu evden git… Bir anda kafamdan sıcak sular
dökülmüş sanki o ev yıkılmış altında küçük bedenim ile yüreğime bile sığdıramadığım
hayallerim enkaza dönmüştü… Ne diyebilirdim ki hayatta kalmak için çırpınıyordum oysa…
Hıçkırıklarım boğazıma düğümlenmiş gözyaşlarım yanaklarıma değil de enkaza dönen
yüreğime akıyordu. Titrek bir sesle: tamam abi, dedim. Üzerimdeki
giysimden ve içinde kur’anım olan bez çantamdan başka birşeyim yoktu zaten. Ha bir de
hayallerim vardı ama ben onları o evde bırakmıştım. Vakit akşam üzeri nereye gideceğimi
bile bilmeyen, yolunu yitirmiş, hayalleriyle vedalaşmış; yalnızlığı, çaresizliği iliklerine kadar
yaşayan ben yolunu kaybeden yavru kedi misali yola düştüm. Ne yapardım, nereye
giderdim… Ne kadar dirensem de olmuyordu, ağlaya ağlaya sonunu bilmediğim yolda
ilerlerken beni fark eden bisikletli bir amca yanıma yaklaştı ve neden ağladığımı sordu. Ne
diyebilirdim ki… kayboldum yolumu bulamıyorum dedim çaresizce. Kadirli yolunu bulursam
evi bulurum dedim, sağolsun o amca bisikletine bindirip Kadirli yoluna bıraktı, ordan ablam
gile geldim durumu anlatıp ağladım Eniştemin gönlü olmasa da ordan kursa devam ettim.
Eniştem bakkaldı onların da kamışlı, betondan iki göz evleri vardı. durumları iyi sayılırdı.
Mayıs ayının ortalarıydı bir pazar simit satmadan geldim;ablam pilav, cacık yapmış kapının
önüne açık balkona sofrayı seriyordu, kaynanası oturmuş kucağına da tek çocukları olan
bebeğini almıştı tam o arada eniştem geldi. Ne pişirdin diye sordu ablam da pilav deyince
ben sana getirdiğim kabağı pişir demedim mi? Dedi, ablam: yetiştiremedim çocuk rahatsızdı.
Eniştem: tabi tarladasın ekin biçiyon ahırda inek sağıyon ya, hepsi bir evin işi deyip bir tekme
savurdu… Oturmakta olan ablam sırt üstü düşüp bayıldı. Ben de ani bir refleksle: Ablam
öldü diye bağırınca bu sefer de bana okkalı bir tokat atıp gitti. sanki feleğin sillesini birkez
daha çok acı olarak yemiştim. Yok yok bana buralarda huzur da yok gülmek de yok. Daha
fazla kalamazdım burda.Bir kez daha hayatın acı sillesini yemiştim. Neye lazımdı garip
Mustafa okumak senin… Oysa okuyup hoca olacak bir camide görev alıp temiz elbiseler,
kunduralar giyecektim. Ayaklarım artık kokmayacaktı.Hayalim olan Kuluncak’a imam olarak
gelip cemaate namaz kıldırmak bana mı kalmıştı.
Sabah erken kursa gidip hocama: Ben gidiyorum diplomamı almaya geldim köyüme
gideceğim, dedim. Hocam :hayır olmaz sene sonu geliyor sen iyi okuyorsun müfettiş gelecek
salmam seni, dedi. Hemen oradan çıkıp bitişik olan müftünün yanına gittim hoca da
arkamdan geldi, müsade isteyip içeri girdim, müftü: ne istiyorsun evladım, dedi. Hocam
kalacak yerim yok ben Malatya Kuluncak’tan geldim, olmuyor hocam başkalarının evinde
olmuyor, dedim. Müftü yanıma oturup bir şeker verdi, bunu ye dedi sonra da hocaya dönüp
sorun ne diye sordu. Hocam da: Bu talebem iyi okuyor, kendinden önce gelenleri geçti şimdi
tutturmuş gideceğim diyor, dedi. Müftü belli ki kalacak yeri yok ver diplomasını gitsin çocuk…
Bir kez daha hayallerimle vedalaşarak üzgün ve mahzun bir şekilde çıkıp eve geldim. Bir
gün sonra da Osmaniye’den giden köylülerle trene binip memlekete doğru yol aldık. Kara
tren kömürünü yakıp kara dumanını savurarak giderken ben ; eşkıya basmış, malları talan
olmuş yaralı bir kervancı gibi tüm ümitlerime el sallayarak, üstüme dünyanın bütün acılarını
yüklenmiş olarak, hayallerimi ve ümitlerimi geri de çok ötelerde bırakarak biçare, yaşayan bir
ölü misali başladığım yere geri dönüyordum…
SAVRULDUM
Feleğin sillesini çok erken yedim
Rüzgar vurdu gazel gibi savruldum
Bozuldu persengim kendime yandım
Kavurga misali sacda kavruldum.
Yaşım on üç amma çok yüküm ağır
Gözüm görmez oldu kulağım sağır
Kimse duymaz beni bağır ha bağır
Kesildi dermanım bıktım yoruldum.
Bülbül idim gonca güle konardım
Ben her daim böyle kalır sanardım
Çocuktum çok saftım söze kanardım
İtildim kakıldım hep hor görüldüm.
Hiç kurutmadılar gözüm yaşını.
Kime dost dedimse vurdu taşını
Nere alıp gitsem ben bu başımı
Köksüz ağaç gibi yere devrildim.
Kırıktır kollarım kalmadı gücüm
Mutluluğa susuz huzura açım
Hiç acımadı ki ağabeyim bacım
Dövüldüm kovuldum ben çok kırıldım.
Aşık yeydani’yim böyledir halim
Ayağa kalkmaya yoktur mecalim
Hangi yana gitsem dikenli yolum
Neden ise hep sırtımdan vuruldum.
13/6/1973
AŞIK YEYDANİ